Prens ve Prensesler Zor Durumda

Geçmişte annelerimiz, babalarımız çok fazla imkân bulamadıkları için ve insanoğlu da imkânsızlıkta olgunlaştığı, level atladığı için oldukça marifetli ve becerikli bir yaşam sürmüşler. Evet, sıkıntı çekmişler lakin bu sıkıntılar onları şikâyet etmeden çözüm üreten, elindeki az ile yetinen, paylaşmasını ve yardımlaşmasını bilen sabırlı birer birey haline getirmiş. Fakat bu anne ve babaların çocukları için aynı şeyleri söyleyebilir miyiz? Onlar bu çektikleri sıkıntılardan çocuklarını uzak tutmak için hayli çaba sarf etmişler. Yani 80’lerin sonundan itibaren doğan çocukların hemen hemen hepsi birer prens ya da prenses olmuş. 90’lar keza öyle, 2000’ler de durum daha vahim ve onlar şimdilerde çok zor durumda.

Çocukluk yıllarında bir dedikleri iki edilmeyen, imkânlar zorlanarak tüm istekleri gerçekleştirilen gençler. Evde en küçük bir sorumluluk verilmeden büyütülen, o günkü Avrupa meraklısı uzmanların kendilerine arkadaş gibi davranılması öğütlenen gençler. Verilen bunca tavizden sonra ebeveynlerini, her an estirebilecekleri terörle hazır ol da bekleten gençler. O günlerde uzmanlar bu fikirlerde olsalar da günümüzde uzmanlar çocuklarımızla arkadaş olmak yerine onlara anne baba olmamızı öğütlüyorlar. Diyorlar ki; “onların birçok arkadaşı var ama bir tane anne-babası var. Aman ha anne baba olmayı ihmal etmeyin sakın. Aksi takdirde ortada büyük bir otorite boşluğu oluşuyor çocuklarımız için”  

Bu çocuklara ‘Prensim,’ ’Prensesim,’ ‘Paşam’ diye hitap edilmiş hep ve aileleri tarafından soylu ilan edilen bu gençler; gerçek birer prens ve prenses olduklarına inandırılmışlar. Dünyanın merkezi olduklarına, herkesin ve her şeyin kendi etraflarında döndüğüne, her şeyin hep istedikleri gibi gideceğine ikna olmuşlar. Böyle sanmışlar. Anne-babalarının gerçekleşmemiş düşlerini hayata geçirebilmek için o kurstan bu kursa yarış atı gibi koşturulurlarken, aslında ne müziğin ne de sporun tadına varabilmişler. Ne de gerçekten ne istediklerini anlayabilmişler.    

Her gittikleri yerde yarım kalmışlar. Ne orada tamamlanabilmişler ne burada. Sorumluluk almadan gelinen son nokta herkes için sorun olmaya başladığında ise pek çok şey için geç bir fark ediş olmuş bu durum. Bu gençlerin sanatsal derinlikleri çok az. Çoğunun estetik kaygıları, nasıl göründükleriyle sınırlı. Bozulan ojesi, kaçan çorabı en büyük dertleri olmuş. Erkekler bir avuç jöleyi saçlarına boca etmeyi modadan saymışlar. Yırtık pantolonlarda öncülüğü en çok yırtık olanı kapmış. Modanın adı en çok kendine baktıran olarak algılanmış. En değişik, en farklı, en uçuk, en aykırı olan itibar kazanmış. 

 

Dikkatleri dağınık, iç disiplinleri neredeyse hiç yok. Sabretmek zorunda bırakılmadıkları için sabır olguları gelişmemiş. Bilgisayar ve telefon teknolojisinin gelişimiyle doğru orantılı olarak, iletişim ve ilişki kurma becerileri çok zayıf. Teknoloji ilerledikçe bu çocukların iletişim marifetleri de maalesef gerilemiş. Sahte dünya da pek çok arkadaş edinmelerine rağmen gerçek dünya da kendilerini bile tanıtmaktan aciz kalmışlar. İki kelimeyi bir araya getiremeden yirmili yaşlara varmış bu çocuklar.  

Sıklıkla yaşadıkları toplumun sorunlarına duyarsızlar. Hatta birçoğundan habersizler. Büyük çoğunluğunun eğitim-meslek seçimleri ve çalışma yaşamından beklentileri, kısa yoldan para kazanmaya dayalı. Emek sarf etmek, bedel ödemek, çıraklık yapmak, baştan bir işin zorluğunu yaşamak lügatlarında bile yok.  

Yaşları yirmilere yaklaştığında ve okul bittiğinde ise kötü bir kâbusla uyanıyorlar bu derin uykularından. Vahşi kapitalist sistem, şimdiki ekonomik düzen, onların bu prens ve prenses unvanlarını tanımıyor. Mezun olur olmaz iyi maaşlarla üst düzey yönetici olmayı hayal ederken, zorlukla iş buluyorlar ve bu işler için, ailelerinin bir ayda kendilerine harcadığı paranın yarısı bile olmayan maaşlar teklif edildiğinde ilk şoku yaşıyorlar.

Sıkıcı bir iş için düşük bir ücret karşılığı tüm zamanlarını isteyen işyerleri, nazlarını çekmeyen şefler-patronlar, en acımasız dedikodularla ruhlarını paralayan iş arkadaşları, prens ve prenses unvanlarının hayatta hiç bir karşılığı olmadığı gerçeğini en acı biçimde yüzlerine vuruyor. Ebeveynlerinin onları her tür sorundan kurtarmasına öyle alışkınlar ki, zorluklarla başa çıkacak iç donanımları çoğunda hiç gelişmemiş. Düş kırıklığı ve anlam boşluğunun kaçınılmaz sonucu olarak kaygılı ve mutsuzlar oluyorlar. Şimdiden, antidepresan kullanıyor pek çoğu. Antidepresan kullanımı yaş ortalamasının en düşük olduğu yıllarda yaşıyoruz, üç kişiden ikisi psikolojik desteğe ihtiyacı olduğuna inanıyor. İşin üzücü tarafı aileler de çocuklarının çarçabuk bu duruma gelme sebebinin kendilerinden değil, dış kaynaklı olduğuna inanıyor. Endişeli ve depresif ruh hallerinin çözümü için doktorlara başvuruyorlar. Çoğunda gelecek kaygısı var. Çoğu seçtiği meslekten memnuniyetsiz, zorluklara karşı dirayetsiz ve acıya karşı dayanıksız. Sorunun bir hastalık değil, benlik ve yaşam algısı sorunu olduğunu anladıklarında çok şey değişecek aslında. Değişim insanın kendinden başlar sonra dalga dalga yayılır. Hayatın değil, bu gençlerin kendilerinin değişmesi gerekiyor. Hayat ancak kendileri değişirse değişebilir. Emekle, sabırla ve zamanla.

Elbette yalnızca bu gençler değil değişmesi gereken; tüketim kültürünün egemen olduğu bir dünyada, mutluluğun “sahip olmak’’ olduğunu sanan aileler de değişmeli, hem de büyük bir öncelikle. Alarak kimseyi mutlu edemezsiniz, vererek kimseyi mutlu edemezsiniz. Eline hazır tutulmuş bir balık vererek değil balık tutmayı öğreterek çocuğunuz için iyi bir şey yapmış olursunuz. Aksi halde hep hayal kırıklığı yaşayacak birey olurlar ve her yeni güne umutsuz ve duyarsız uyanan gençler olarak kalırlar. 

 

Onlara en büyük mutlulukların öğrenmekle ve gelişmekle olduğunu öğretelim. Kurulan içten ve derin ilişkilerle olduğunu öğretelim. Emekle meydana getirilen eserlerle yaşanabileceğini öğretelim. Çocuklarımıza amaçsız bir yaşamın, iyi bir yaşam olmayacağını öğretelim. Kendileri de örnek bir birey haline gelerek gerçekleştirmeliler bu değişimi ve her şeyden önemlisi bu değişimi istemeliler. 

İşte ancak o zaman, tacı zorla elinden alınan sahte prens ve prensesler değil, dünyayı iyi bir yer yapma konusunda sorumlu ve bilinçli, asil ruhlu gençler yetiştirebilirler. Birileri başlarında gerçek bir taç olmadığını göstermeden onlara biz girelim devreye ve anne baba olarak üstümüze düşeni en iyi şekilde yapmaya çalışalım. Yoksa prens ve prenseslerimiz gerçekten çok zor durumlarda kalacaklar, zorlu bir gelecek bekliyor olacak onları. Ya biz onlara dünyanın merkezi değil parçası olduklarını öğretelim ya da onlar düşe kalka, kanaya kanaya öğrenirlerken elimizden hiçbir şey gelmeden seyredelim. Seçim bizim… 

Sevgiler, 

Aynur Üçhisarlı

Bu Yazılara da Göz Atabilirsiniz