Bütün Gemileri Yaktık da Geldik

Burası, bir cennet ya da cennetten bir köşe olan Selimiye, Marmaris’in Selimiye köyü. Eğer dün gece sivrisinekler bizi yirmi beşer, yirmi beşer yememiş olsaydı, bir gece daha kalma teklifimi tüm aile kabul etmiş olabilirdi. Ancak bu cennet köşesinde atık su ve kanalizasyon boruları döşeli olmadığı için çok fazla sivrisinek var. Marmaris’e kadar denizden boru hattı gerekiyormuş ve yapımı çok pahalıya mal olacakmış, birçok gazetede köşe yazarlarına konu olmuş burası ve kurtarma çabaları ama nafile sonuç alınamamış. Hâlâ gerçek anlamda bir köy denilebilir Selimiye için.  Neyse lafı çok uzatmayalım biz buraya geldik ve gelene kadar üç köy ve üç koya uğradık. Kızkumu bunlardan biri mesela hani bir prensese; arkana bakmadan denizde dümdüz yürü, bakarsan boğulursun dedikleri ama onun yine de geride kalanları merak edip denizin yarısına kadar yürüdükten sonra dönüp arkasına baktığı ve boğulduğu efsanenin geçtiği yer. Denizin içinde bir süre yürünebilir kumlardan oluşan patika yolu bu efsaneye konu olan yer. Cansu çok etkilendi bu hikâyeden ve bu büyüleyici yerden daha gitmeden internetten hakkında bir sürü araştırma yapmıştı bile. Oysaki benim için bu durum tamamen doğal şartlarla meydana gelmiş jeolojik bir oluşum -çok ruhsuzca biliyorum 🙂 Ama burası Muhteşem, harikulade ve bambaşka bir güzellikte. Şimdiye kadar gördüğüm en huzurlu köy, araba sesi yok, insan sesi yok, müzik sesi bile yok. Sadece dalgalar, böcek ve kuş sesleri hatta dalga bile yok, sadece denizin sesi ve mis gibi kokusu desek daha doğru olacak. Düşünün ki; arabamı park ediyorum ve bütün köyü eczanesine, marketine, bankamatiğine kadar iskeleden yürüyerek dolaşıyorum başka türlü gidemiyorum çünkü gidecek başka bir yol yok. Giderken de tüm diğer pansiyonların, lokantaların, şezlongların, kenara bağlanmış onlarca şahane yatların içinden geçe geçe yürüyorum. Çok güzel ve kulağa hoş geliyor değil mi?

Yine lafı çok uzattım, üçüncü koy ve üçüncü köy olarak işte buraya geldik ve köyün en sonuna kadar araba ile gittik. Kalacak yeri olmayan bir pansiyondan, kalınabilecek iki güzel pansiyonun adını aldık. İlk gittiğimiz yer gerçekten çok etkileyiciydi, ağaçların altında masalar, şezlonglar denize sıfır hatta sıfırdan da öte bir yer burası. Adı da “Ayla pansiyon” yardımcı olan çocuk dedi ki; “Ağustosa kadar doluyuz.” Bir daha buraya geldiğimizde önceden yer ayırtıp kalacağımız yer kesinlikle “Ayla Pansiyon” olacak.
Biraz hayal kırıklığı ile devam ettik yürümeye. İkinci, üçüncü pansiyon, apart otel, bungalov tarzı derken yine tüm odalar dolu, yine de devam dedik yolumuza. Burada zaten hemen hemen her yer aynı öyle alışık olduğumuz, bildiğimiz tarzda otel de yok. Bir yere geldik kedilerin sandalyelerin üstünde uyuduğu, kapısının önünde (hem de tam kapısında) bir yatın demirli olduğu, çayı semaverde kaynayan, var olan iki üç masası da asma ağacı altında beyaz tülden cibinlikli oturma koltukları olan bir yer. Cibinliklerin anlamını sonradan sivrisineklerle tanışınca kavradık tabi.

“İki butik tatil mekânı” adı aynen böyle, İkinin sol başta ki “İ” harfini kırımızı ve saçları olan bir bayan, diğer taraftaki “İ” harfini ise papyonlu mavi bir erkek figürü temsil ediyor.  Orta yaşın biraz üstünde, kel kafalı şortlu, askılı tişörtlü, çok tatlı bir adam kitap okuyor kapı önündeki masalardan birinde. Sorduk hemen “burada boş oda var mı?” diye. “Tabii ki” dedi, aceleyle yerinden kalktı, etrafına bakınarak -bakışları ile birilerini aradığı çok belli- “Ben de misafirim burada arkadaşlarım ilgileniyor bir dakika bekleyin hemen çağırayım” dedi ve fırladı yerinden. Çok güler yüzlü bir adam geldi içerden yanımıza ve güler bir yüzle konuştu bizimle. “Odalar yukarıda göstereyim.” dedi. Dört oda vardı ve hepsi boştu. Ek yatak koyulabilecek bir odası vardı sadece, diğerlerine göre biraz daha büyük, iki kişilik ve cibinlikli olan yatağı da oldukça genişti kızlarla benim için. Fiyatı bizi de memnun edecek bir miktara kadar düşürdü. Oda ve kahvaltıya tamam dedik. Çok şirin, küçük, hoş bir yer. Serkant arabayı almaya giderken, köyün sonunda ilk gittiğimiz yerde bırakmıştık, pansiyon sahibi; “Bende geleyim size yardım edeyim, buralar çok dar ve pansiyonun arkasına denk gelen yeri tam olarak çıkartamayabilirsiniz” dedi ve gerçekten daracık bir arka sokağa getirdiler arabayı. Pansiyonun sahibi yardım etti bavulları da getirdiler ve odamıza yerleştik. Cansu’mun en sevdiği iştir, eşyalarımızı yerleştirmek. Deniz üç adım zaten hemen girdik. Su berrak, parlak, bembeyaz ve tertemiz, yüzdük, daldık, çıktık, atladık. Girerken kapıda tanıştığımız adama; “Burada palet satan yer var mıdır?” diye sorduk. ” Durun bir dakika yatta Ayşe’nin vardır, boşuna almayın bunları kullanın zaten burada bulabileceğinizi de sanmıyorum ” dedi ve ben yaşlarda, beyaz tenli, benden daha zayıf ve utangaç tavırlı, gülümsemesi biraz çekingen, güzel sayılabilecek bir kadın hemen önümüzdeki yattan mayosuna sarılmış havlusu ile indi. Kadın inerken adam dedi ki; ” Bu pansiyonun sahibi Ayşe hanımdır o ve kocası Eren benim arkadaşlarım olurlar. Ben buraya yelkenli ile Bursa’dan iki üç günlüğüne gelmiştim, Marmaris yat limanına gidiyordum bırakmadılar, iki hafta oldu hala buradayım çünkü burayı çok seviyorum” dedi ve biz başladık sohbete. Anti parantez belirtmek isterim ki konuşmayı soru cevap şeklinde yazmak istemediğim için özetle beyefendinin dediklerini yazdım. Çünkü tüm bilgileri o bir çırpıda vermedi ben sordukça cevaplar geldi. O arada da Ayşe Hanım üstünü değiştirip yanımıza geldi. “Hoş geldiniz, halat suya düşmüştü onu çıkarttım, hazır dalmışken birazda yüzdüm” dedi, güldü ve gitti. Beyefendinin adı Cengiz’miş, makine mühendisiymiş ve otuz yıllık evliymiş. Emekli olmuş ama mesleğini hiç sevmemiş. Hep sinema ve tiyatro okumak istermiş. Bu pansiyonun ve kapının önünde demirli yatın sahipleri olan çiftle Bursa yat kulübünden tanışıyorlarmış. “Evliler mi?” dedim. “Evet” dedi. “Çocukları var mı?” dedim. Birkaç saniye durdu, düşündü. “Eee… Evet, ikisinin de ilk evliliklerinden birer tane çocukları var. Bu yeri de bu sene açtılar, bu köye yerleştiler. Her şeylerini satıp savıp Bursa’dan geldiler, şimdi de karşıdaki yatta kalıyorlar zaten” dedi gülümseyerek. Kendisi de biraz ileride demir atmış kendi küçük yatında kaldığını söyledi. Kızı gelecekmiş Bursa’dan onunla Yunan adalarını gezmeye gideceklermiş.

Akşam yemeğini pansiyonun sahibi Eren Bey kendi hazırlamak istediğini, yemek işini ona bırakmamızı söyledi. Günlük taze balık varmış, her gün mutlaka taze geliyormuş balıklar. Bir sürü zeytinyağlı alternatifler küçük tabaklarda, onları da eşi yapıyormuş. Bir teypten (teyp doğru kelime, müzik seti değil, hani bu içine kaset takılan hoparlörleri yanlarında sabit olan küçük alet ) hafif sesle Yunan ezgileri müziği eşliğinde, biraz önce şezlongların durduğu yere atılmış güzel temiz örtülü masalarda, denize tamamen sıfır, akşam yemeğimizi yedik. Güler yüzlü konuşkan ve çok belli ki okumuş, güngörmüş biriydi Eren Bey, Ayşe Hanım gibi mahcup mahcup bakmıyordu. Danışmanlık şirketi varmış, tamamen ortağına devretmiş her şeyi, eşi de işinden ayrılmış sonra buraya gelmişler. Konuşmanın ilk başında dedi ki; “Cengiz abiden dinlemişsinizdir belki hikâyemizi?” Güldüm ben de “Çok değil ama anlamamız gerekenleri anladık.” dedim. O da güldü ve “Evet, biz bu sene geldik, burayı da bu sene açtık, farkındayız daha çok eksiğimiz var ve gelirken “BÜTÜN GEMİLERİ YAKTIK DA ÖYLE GELDİK.” Eliyle hemen yanı başımızda duran yelkenli yatı göstererek; “bir tek bu kaldı işte elimizde onu yakamazdık çünkü evimiz aynı zamanda orası bizim orada kalıyoruz.” dedi. Neden Selimiye, neden yat, neden yeni bir hayat gibi birkaç soruma cevap verdi tüm samimiyetiyle.
Çok imrendim.

Çok kıskandım. 

Çok takdir ettim. 

Çok hayıflandım.
Tam o sırada cebindeki telefonu çaldı. “Pardon” deyip yanımızdan uzaklaşırken öyle bir ses tonu ile “söyle babacığım” dedi ki resmen içim parçalandı, eridi. Çünkü o telefondaki çocuğun, her şeyi yakıp gelirken, bırakamadığı ve buraya da getiremediği, arkasında bıraktığı, oğlu veya kızı olduğunu anladım. Bu konuda hiçbir soru sormadım tabi ama direk; kaç yaşında, nerde, annesi de evli mi, en son ne zaman gördü, şimdi konuşurken ne hissediyor, kadının çocuğu da babasında mı kaldı acaba diye düşünmeden de edemedim.
Ertesi gün bize kahvaltı hazırladılar. Çok kibar hizmet ettiler ve işleri bitince hemen yakınımızdaki masaya da kendileri için masa kurdular. Cengiz beyle üçü birlikte yediler içtiler, sohbet ettiler, bizi de aralarda hiç unutmadan, boşalan çaylarımızı ihmal etmeden, birlikte kapının önündeki masalarda yan yana kahvaltı ettik. Eren Bey akşamdan sormuştu zaten; kahvaltıda istediğimiz özel bir şey var mıydı? Okuduğumuz özel bir gazete var mıydı? İçinde çok özel hiçbir şeyi olmayan ama tamamen doğal ve çok zengin bir kahvaltıydı. Bir sürü ev reçeli, taze kaymak, taze tereyağı, her şeyden önemlisi benim en çok sevdiğim bahçeden toplanmış domates biber vardı. 

Onlar çok kaliteli bir sohbete dalmış, bende gayri ihtiyarı dinlerken onları, elimde çay bardağı şöyle düşündüm; Eğitim seviyesi benden yüksek (muhtemelen ikisinin de). Dünden beri konuştuğumuz hemen hemen her konuda benden çok daha bilgili, kazançları benden çok daha fazla, zamanında belki de yanında çalışanına benim aldığım kadar maaş veren biri bugün, bu sabah burada Marmaris’in Selimiye köyünde çayımı dolduruyor, kahvemi yapıyor, başka bir arzunuz var mı diye soruyor. Kapının önündeki semaverden kendi çayımı doldurmak için kalkınca, mahcup ve rahatsız oluyor ama çok mutlu görünüyor. İşini; onurla, gururla ve çok belli ki severek, isteyerek yapıyor. Ayşe’yi çok sevdiği de belli, geride bıraktığı çocuğunu da, edindiği dostları da çok kaliteli, dostlukları da. Sonra düşündüm, ne kadar şanslılar. Hele bana ve birçok insana göre ne kadar şanslılar. Ben, hâlbuki orada parasıyla bir gecelik misafir, handa kalan geçici gezginim onlar için. Onların yaşadığı her güzel günün sadece bir gününü parasıyla satın almış bir zavallı gibi miydim acaba onların gözünde?
Her şeyi yakmışlar gelmişler -çok belli ki- benden çok daha mutlular ve hayata karşı benden çok daha istekliler, en önemlisi de benden çok daha zenginler. Ama bu zenginlikleri o pansiyonun sahibi olmalarından veya kapıda demirli on iki metrelik yatlarının ikinci el satış fiyatının bile bizim hayal edemeyeceğimiz meblağlarda olmasından kaynaklı değil. Cesaretleri, hayat görüşleri, bakış açıları, yaşam felsefeleri ile her bakımdan çok daha zenginlerdi benim yanımda. Zaten ben yolcu onlar hancı, her türlü de daha mutlu.

Akşam olunca bizi yola kadar geçirdiler, sanki evlerine gelmiş misafirlerini yolcu eder gibi. Ayşe Hanım yardımcılarıyla arka kapıya kadar bizimle yürüdü. Eren Bey çantaları taşımaya, arabayı o daracık sokaktan çıkarmaya yardım etti ve el sallayarak ayrıldık oradan.

Hayatımda ilk defa böyle bir şey gördüm, yaşadım, tanık oldum.
Çok hoşuma gitti.
Bu koy.
Bu köy.
Bu insanlar.
Ve
O HİKÂYE…
İki cümle aslında buradaki her şeyin özeti;
“CENGİZ ABİDEN DİNLEMİŞSİNİZDİR BELKİ HİKÂYEMİZİ”
“BÜTÜN GEMİLERİ YAKTIK DA GELDİK”

 

Sevgiler,

Aynur Üçhisarlı…

Bu Yazılara da Göz Atabilirsiniz